NUR SANATI

KUR'AN A YAŞ SINIRI KOYMAK ZULÜMDÜR…!

İNSAN’IN ÖNEMİ VE PEYGAMBERLİK

Posted by barbarosseferde Mayıs 30, 2008

bizkackisiyiz.com sitesi açıldığı günden bu güne kadar vatana millete ve bu ülke halkının maddi manevi kalkınmasına nasıl hizmet etti bilmiyorum ama bazı üyelerinin çatallı dillerinden sadır olan zehirli kelamlarla islam dinine saldırmaya ve safi zihinleri bulandırmaya başlamışlar bile…

Şaman Türksoy adında isminden (ya da takma isminden)anlaşılacağı üzere nasıl bir ruh hali taşıdığı ayan beyan ortada olan bu şahıs yazılarıyla İslam’ı hedef alıyor…

Ben burada bu adamın iddialarına değil sadece Kur’anın gerçeklerine yer vereceğim.İlmi namusu varsa okur mütaala eder.

Kainat sonsuz kudret sahibi cenab-ı Allah tarafında yaratılmıştır.Bilimsel olarak yada kalbi olarak nasıl mütaala ederseniz edin eğer hakikatin yüzünü kendi rengine boyamayan saydam bir pencereden kainatın neresine baksanız bunu anlayabilirsiniz.

Kainatta uzayda cari olan yaratılış kanunları gele gele taa atomların içindeki parçacıklarda bile caridir.Öyle ki atomun içerisinde atom çekirdeği etrafında dönen elektronları gören bir bilim adamı başını kaldırıp semaya baksa evet bu atomu yaratan kimse şu güneş sistemini yaratan da odur diyecek.Çünkü yaratılmış sanat üzerindeki birlik alameti çok zahir ve açık.

Sonra, kainatın kendi kendine bir tesadüf eseri ortaya çıktığını artık Darwinci geçinenler bile iddia etmediği için Allah’a şirk koşan fikre hitaben; ey ahmaklar görmüyormusunuz kainattaki herşey birbiriyle bağlanmıştır.Kainat bütün içindekilerle beraber tek bir bütündür.Ayrılma, ve bir cüzünün istiklaliyetini kabul etmez.Her kainat sakini bu kainat sistemine ve komplex kanunlarına tabidir.Bu demek oluyor ki kainatta en ufak birşeyin başka birşey tarafından yaratıldığını düşünmek için ister istemez o ufak şeyi yaratacak olanın bütün kainatı yaratacak ve idare edecek bir kuvvet ve kudrette olması gerekiyor.Aksi halde bir sinek yaratmak imkansızdır.Çünkü bir sineğin yaratılabilmesi için kainatın bütün organ ve azalarıyla yaratılması gerekiyor.

Demek kainata yaratan birdir ve kudreti yarattıklarına benzemeyecek derecede sonsuzdur ve büyüktür…

Soru: İnsanın ne önemi var ki kainatta bir zerre gibi olduğu halde Allah onu muhatab alarak kendine elçi yapmış?

Cevap:”İ’lem Eyyühel-Aziz!(Ey Aziz Kardeşim Bil Ki) İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle(fikrinin kuşatıcılığı ile), aklıyla, kalbinin vüs’atiyle(kalbinin genişliği ile) bir nevi külliyet(genellik,karmaşıklık ve büyüklük) kesbeder(kazanır). Ve keza insanın bir ferdi, hilafet(Allah’ın emriyle kainatta tasarruf yetkisine sahip olma.) hususunda âlemin eczasıyla(her parçasıyla) şuurca(bilinç noktasında) alâkadar olduğundan nebatî(bitkisel) olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nev’i(yani bir tek fert değil bir mahlukat taifesi kadar tek başına önemli) gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi nevi’ler sırasına geçer. Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın(meyvelerin) nevi’lerinde vukua gelen mükerrer(tekrar eden) kıyametler, hevam(böcekler) ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde câridir.(yani insan bir ferd olarak haşirde cismen ve aynısıyla iade edileceği gibi cenab-ı Allah mesela sinekler taifesini kışın öldürür bir anlamda o taifeyi vefat ettirir ve bir yaz mevsiminde birden önceki senede nasılsa öyle bütün taifesini diriltir iade eder.)” Bediüzzaman Mesnevi
Nuriye

Yani insan birtek insan olmakla beraber şuuru olduğu için kainatın tamamı kadar değerli olabilir(şuuru ve kalbinin nuruna göre).Mesela Cenab- Allah’ın Peygamber efendimize asm. “Sen olmasaydın Felekleri yaratmazdım.” demesinin bir hikmeti budur. Çünkü o ümmi peygamber kainatı şuurunu ve kalbini nurlandıran Vahiy ışığıyla öyle bir okumuş ki kainatta olan bütün Ayetleri görmüş ve gözü bu dehşetli manzara karşısında bir an bile titrememiş kamaşmamış.Bu sebeple, Kainat bir sanatkarı tanıtmak amacıyla yapıldığından eğer bu güzellikleri bu kainatta zerre kadar da olsa okuyup anlayacak şuuru sahibi kimse bu kainat umumen onlar için onlar görsün anlasın idrak etsin diye yaratılmış demektir.Demek ki insan küçklüğü ile beraber taşıdığı kalp ve şuur vasıtasıyla Güneşlerin gezegenlerin kıymetini aşarak Allah’a elçi ve sevgili kul olabilir.Bu abes değildir.

Abes olan kainatı maddeden müteşekkil ve cansız hayal ederek bu kadar muntazam sanatın tesadüfen yada sebepler vasıtasıyla ortaya çıktığını düşünmek ve söylemektir.

Türklüğü bir meslekmiş gibi elllerine alan ve kendini Türk bilenler…Ben de Türk’üm ve iftiharla söylüyorum ki bir insanın Türk olması için Müslüman olması lazımdır.Orta Asyada kımız içen Şaman büyüsü yapan genleri bile artık bizden farklılaşmış konuştuğu dili anlamadığınız Allah’a inanmayan birisi sırf adı Türk olduğu için nasıl benim milletimden olabilir?

İşte genetik olarak bizden daha fazla Hun ve Türk olan Bulgarlar,Macarlar,Finlerin bir kısmı,bir kısım Tatar ve Kazak kabileleri…İşte hepsi meydanda bakınız hangi ortak yanınız var ve aynı millettendir demeye hangi benzerlik veya hangi bağ kalmış.Madem kalmamış Türk denilen adam Müslümandır.Müslüman değilse Türk olamaz.Bu cümlelerimden azınlıkları dışladığım anlaşılmasın halklar arasında vatan bağı veya din bağı veya dil bağından en az birisi varsa bu halklar kardeş olmalıdırlar.Bir hane mensupları gibi birlikte ve ayırım olmaksaksızın hak önünde eşit olarak yaşamalıdırlar.Bu saydığım üç kriterin tamamen dışında kalanlarla ise barış ile hoşgörü ile yaşamak gerekir.

bizkackisiyiz.com bu vatanı seviyorsanız insanların imanına ilişmeyin.imansız bir insan herşeye zaralıdır.vatana da millette de devlete de…

babarossefere

19 Yanıt to “İNSAN’IN ÖNEMİ VE PEYGAMBERLİK”

  1. Gökçe Uluğsu said

    Yazıyı zorlanarak da olsa okuyup anlamaya çalıştım.Bir-iki konuda düşüncemi açıklamak isterim.
    Yazar “Ben de Türk’üm ve iftiharla söylüyorum ki bir insanın Türk olması için Müslüman olması lazımdır” diyor.Böyle bir anlayışa katılmak ancak “ümmetçilik” düşüncesine sahip olmakla mümkün görünüyor. Bunun dışında hiçbir gerekçe gösterilemez.Bu iddianızı hangi bilimsel gerekçeye dayandırıyorsunuz? Biz Müslüman olalı dokuz yüz elli yıl bile olmadı. Müslümanlıktan iki bin yıl önce de vardık, o zamanlar Türk değil miydik? Türk olmaktan gerçekten gurur duyduğunuza da inanmıyorum, kullandığınız kelimelere bir bakınız, ne kadarı Türkçedir!..İnsan topluluklarını “millet” yapan unsurların başında soy, tarih ve dil birliği gelir.Siz “genetoloji uzmanı” gibi ahkam kesiyorsunuz.Gen yapımızın farklılığını nereden, hangi bilimsel kaynaktan öğrendiniz ise ben de öğrenmek istiyorum, lütfen bildiriniz. Türk olarak görmek istemediğiniz ulusların hepsi aynı soydan, tarih birlikleri de dil birlikleri de vardır. Türkçe Ural-Altay Dil ailesine mensup son ekli bir dildir. Sözünü ettiğiniz Türk Uluslarının konuştuğu dil de Türkçe’dir. Neden dil birliğimiz yokmuş?Nasılsa bu yazımı yayınlamayacak, dolayısıyla yanıt da vermeyeceksiniz.Bu yüzden söylemek istediğim başka şeyleri kendime saklıyorum.
    Gökçe ULUĞSU

  2. merhabalar gökçe,

    yorumun için teşekkür ediyorum.bu sitede yazdığın yorumlarda küfür etmiyorsan onun yayınlanacağına emin olabilirsin…

    gökçe, milletler özellikle anadoluda iç içe geçmiş.birbirlerinden kız alıp vermişler.genetik safiyetten söz etmek imkansız hale gelmiş.lehv-i mahfuz denilen her şeyin Allah indinde yazılı olduğu kader levhası açılsa belki kimin ne kadar hangi ırka mensup olduğu bulunabilir.

    ırkların birbirleriyle olan münasebetleri tabi sadece kız alıp vermek suretiyle akraba olarak değil kültür alıp vererek de kardeş ve dost olarak da devam etmiş.bu sebeple anadoluda her kendine türk diyen vatandaşta biraz diğer milletleri bulursunuz ve diğerlerinde de birbirlerine ait folklorik kültürel izler çoklukla vardır.bu en tabi hadisedir.ve güzeldir de…

    değerli kardeşim, kırgız steplerinde orta asya’nın ücra köşelerinde yaşayan ve konuştukları dil sondan eklemeli ural-altay dil grubuna mensup olan nice kavimler var ki ne konuştuklarından ne de yazdıklarından tek kelime anlamazsın.buna delil istersen google da türkmen ve kırgız ve uygur siteleri olmalıdır.ara gir okuyup anlamaya çalış…imkansızdır anlaman.elbette nisbeten anlaşabildiklerimiz de vardır ama sen Diyarbakırlı bir Kürt kardeşimizin Türkçesini o orta asyalı kavimlerden bin defa daha kolay anlarsın.

    gen safiyeti üzerinden ve tabir-i amiyane ile kafatası ırkçılığıyla insanları milletlere bölmek ve bu kavramlar üzerinden millet tanımı yapmak demek ki imkansızdır.

    zaten bu güne kadar hiçbir genetikçi de çıkıp şu şu gene sahip olan millet türktür şu şu ingilizdir dememiştir.

    bütün bunlara göre milleti tanımlayan şeyler arasında genetik safiyet ve kafatası benzeşimi yoktur.

    tarih birliğine gelirsek sonuçta tarih ortak yaşanan bir kavramdır.herkes tarihi bir yerinden yaşar ama hiçkimse bana aynı tarihlerde yaşamış timurla,yıldırımın aynı milletten olduğunu söyleyemez.islamiyet kültürü ve ahlakıyla hemhal olmuş türkler tarih boyunca yağma ve istila yapmamışlar gittiklere yere hizmet ve insanlık götürmüşlerdir.ama bugün bazı ırkçı kimselerin savunduğu gibi Türk olarak gösterilmek istenen cengizhan gibi tahripkar ve medeniyet düşmanı insanlar, inançsızlığın ve inkar-ı ulihiyetin zirvesinde olmuş ve ne insana ne de bıraktığı eserlere zerre kadar saygı göstermeden yıkıp kül etmiştir.

    ben diyorum ki,müslüman olduktan sonra Türklükten gelen adetlerini islamiyete bir kale yapan bahadır ve şanlı bir millet diğer müslüman unsurları da içine katarak tam bir islam zenginliği ortaya çıkarmıştır. ve dinini o kadar hayat tarzı haline getirmiştir ki bir türk kişinin hayatından islamı çekip alsan geriye onda hiçbirşey kalmaz.buna delil olarak da macarlar ve bulgarları gösterdim.

  3. Gökçe Uluğsu said

    Bana yanıt diye sunduğunuz yazınızın neresine, nasıl yanıt vereyim? Herbiri bilimsel mesnetten yoksun varsayımlara dayanıyor.Diyorsunuz ki:”…türkler tarih boyunca yağma ve istila yapmamışlar gittiklere yere hizmet ve insanlık götürmüşlerdir.” Bu söyleme çok güldüm. Anadolu’da Türk Birliği’ni tesis eden Osman Bey -ki üç kıtada üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun çekirdeğini dikmiştir- çok adil bir devlet kurmuştur da herkes kendi isteği ile bir gecede ülkesini Osmanlı’ya bağışlamış mıdır? Ünlü “Fetret Devri” neyin tarihidir? Başka bir örnek:Endülüs (İspanya) neresi, Arabistan neresi? Müslüman Araplar İspanya’ya ne adına gitmişlerdi dersiniz? Endülüs Emevileri Devleti’ni kuran Araplar, İspanyolları İslam’ın aydınlığı ile tanıştırmak için ne çok zahmet çekmişler!..
    Yine diyorsunuz ki:”…bir türk kişinin hayatından islamı çekip alsan geriye onda hiçbirşey kalmaz.buna delil olarak da macarlar ve bulgarları gösterdim…”
    Macarların ve Bulgarların çok büyük ölçüde Slavlaşmış oldukları doğrudur.Onlar zaten hiçbir zaman Müslüman olmadılar ki!.. Soy şuurundan uzaklaşıp yabancılaşmalarının temel sebebi dillerini(Türkçeyi)yitirmiş olmalarıdır. Hristiyanlık dinini seçmiş olmaları, yalnızca kültür yozlaşmasına etken olmuştur.Bu konuda din birinci derecede etken olsaydı Hristiyan Gagauzlar (Gökoğuz) da aynı akibete uğrarlardı. Oysa Gagauz Özerk Cumhuriyeti’nde Türkçe konuşulur.Gagauzca bizim Oğuz Lehçesi’nin Trakya Ağzıdır.Başka birşey değil…Neyse, sizinle anlaşmamız mümkün değil, gerekli de değil. Burada Türklerin “ulus devlet” düşüncesini aşındırıp onları “ümmetçilik” düşüncesine yaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Tek sesli bu yerde beni ve benim gibi düşünenleri de istemezsiniz herhalde.Esen kalın.

  4. burada yazmanıza ve fikirlerinizi istediğiniz gibi ifade etmenize müsaaede ettiğimiz halde neden sizi istemediğimiz önyargısını taşıdığınızı anlamadım doğrusu.

    bakın, hep bilimden dem vuruyorsunuz nedir bilim acaba neresidir? kimin söyledikleridir? bilim adında kainatın her hakikatını günyüzüne çıkaran son ve kesin sözünü söylemiş bilge bir zat mı vardır ona danışalım?veya bilim dediğiniz batı üniversitelerinde üretilen ve sadece akademisyenlerin bildikleri bir dil midir?

    siz de biliyorsunuz hiçbir istila ilanihaye sürmez ama fetih farklıdır.osmanlı 19.yüzyılda bariz görülen ve etkileri hala devam eden bir ingiliz sömürgeciliğini hiçbir zaman uygulamamıştır mesela.halbuki bu kudrette bulunmuştur.üç kıtada hükümferma olan devlet sizce yüzlerce yıl buralarda zulümle ve adaletsizlikle mi bulunmuştur? bunu için mi osmanlının terk ettiği topraklarda savaş kan ve gözyaşı hakimdir?

    sizin islamın cihad anlayışını çözmeniz ve sonra endülüs ve iran gibi uzak fetihler hakında fikir yürütmeniz doğru olur.bir konu hakkında bilgisi olmayanın o konu hakkında fikri olamaz.ilk önce islamiyeti kavramanız ve kişiye ne anlattığını idrak etmeniz gerekir…

    acaba karıncaya bile azap vermekten men eden ve bilerek basmayınız emreden bir din insan hukukunu es geçer mi?sizce bunun için mi islam bir tek kişinin gönlünden 23 senede dünyanın (o zamana göre) en medeni toplumlarının arasında yayılmış? acaba islam’ın kökeninde endülüs ve iran mülkünü haramen gasp edecek bir haksılık vardı da bu karanlık kanun ve düsturlarla mı Hz.Muhammed asm tüm dünya kendisine düşman ve muarız olduğu halde en şiddetli düşmanlarının içinde milyonlarca müslümanı etrafına topladı?bir insan bu gasp yağma mantığıyla tek başına dünyanın en güçlü devletlerini 23 senede sizce esir edebilir mi?

    edemez…

    yapılan hadise gönüllerin fethidir.gönüllerden sonra insanlar fethedilir bundan sonra da insanların dünyaları fethedilir.fetih sömürmek değildir.fetih ulaşmaktır.açmaktır.kapalı ve karanlık bir yere varmaktır.

    tekrar söylüyorum ben burada bir imparatorluun günahlarını aklama peşinde değilim ama eğer ortada bir zulüm varsa bu İslam’ın değil o hatayı yapan insanın suçudur.İslamla alakası yoktur.

    gelelim macarlar bulgarlar meselesine.bunların ilk önce müslüman olması gerekmez ki.işte aleni bir delil kendiniz söylüyorsunuz.müslüman olmamışlar sadece işte şimdi görün din noktasında tarih sahnesinde birbirinden ayrılan macarlarla(ve bulgarlarla) bugünkü müslüman türkler arasındaki farkı.evet onlar slavlaşmışlar türklüklerini de kaybetmişler…söylemek istediğim tam da budur.bu arada birlikte yaşayan bir milletin dilini hangi sebeple yitirdiği de merak konusudur?sizce bunu sebebi kabul ettikleri ortodoks inancının kültürel yan etkileri olmasın?yani yine bir millettin millet şuurunu ve kültürünü çoğunlukla o milletin mensup olduğu dinin belirlediğini inşallah görüyorsunuzdur.

    efendim gelelim gökoğuzlara gagavuz türkçesi konuştuğumuz türkçeye yakın olmakla birlikte yine de slav baskısı altında bir miktar kalmıştır.bu dilin safiyetini ve anlaşılabilirliğini(bizce) hala koruması 11.yüzyılda balkanlara göçtükten sonra ortodoks olan gagavuzların az bir zaman sonra yaklaşık 400 yıl süren Osmanlı idaresinde kalmaları ve sayıca az ve hristiyan kültürüyle etkileşim açısından nisbeten izole durumda olmalarıdır.Yine de bu kadar koruyucu faktör varken bu milletin dili yaklaşık 200 yılda yoğun slav etkisine maruz kalmıştır.şimdi bir gagavuzca cümleyi duysak %50 sini ancak anlayabiliriz.(bu da benim çok iyimser bir tahminim)

    ben fikirlerinize katılmayabilirim ama onu ifade etme hakkınızı sonuna kadar savunurum…(çoğu zaman voltaire gibi de düşünmüyorum ama bazı güzel sözleri var…)

    bu siteyi fikirlerimi anlatmak amacıyla kurduğum doğru ama asla fikirleri bastırmak amacıyla kurmadım.fikrinize güveniyorsanız bize birşeyler katacağınıza inanıyorsanız hodri meydan…

    bu arada sizi seviyoruz.benim millet anlayışıma göre benim milletimden birisiniz muhtemelen bu vatanda yaşıyorsunuz ve görüyorum ki aynı dili konuşuyoruz.inancımız ayrı bile olsa birbirimizi sevecek yeteri kadar şeyimiz olduğunu düşünüyorum.

    ben sloganlarla yaşayan bir insan değilim hayatın da sloganlarla ve klişelerle ifade edilemeyeceğine inanıyorum.ümmetçilik deyip geçtiğiniz şey hakkında fazla bilgi sahibi değilim ama eğer kastettiğiniz Hz.Muhammed’e inanan insanların birbirleriyle din kardeşi olması esasıysa ben bu esası can-ı gönülden kabul ediyorum.bu sırla kainatta bir buçuk milyar kardeşim var.ve hepsini can-ı gönülden seviyorum.ve ne mutlu bana ki Türk denen kahraman milletin tamamı bu birbuçuk milyar kardeşlerimin içinde dahiller.kainatta kahraman milletler içinde bu kadar şerefli bir yolda 1000 senedir bulunan bir milleti çok az görebilirsiniz.onlar da olsa olsa Araplar ve Kürtler gibi diğer kahramanlardır…

    baki selamlar…

  5. Gökçe Uluğsu said

    Tarih bilginiz kuvvetli değil:)
    Çünkü; Gagauzlar Balkanlara XI.yüzyılda göçmediler.Bu olay çok daha eskilere dayanmaktadır.
    Hun Hakanı Atilla’nın önderliğinde 5. yüzyılda kadim Türk illerinden başlayıp Orta Avrupa’ya uzanan Türk akınları, Hun birliği içinde yer alan ve daha sonra Göktürk Devleti’ne bağlanan Oğurların batı kolunu teşkil eden Tuna Bulgarlarının, Kurt Han’ın oğlu Asparuh’un hükümdarlığında 7. yüzyılda kurduğu Tuna Bulgar Devleti ile Güney Ma-caristan ve Transilvanya’ya kadar yayılmıştır.
    Türklerin yayıldığı bu geniş alanda hâkim din Hıristiyanlıkdı. Bunun tabii bir sonucu olarak Türkler arasında Hıristiyanlık yayılmaya başladı. Bizanslı misyonerlerin gayret ve çabaları ile Grod adlı Hun prensi 528 yılında Hıristiyanlığı kabul etti ve 530 yılında Karadutsat adlı bir Ermeni papazı Hıristiyanlığa ait bazı dinî metinleri karışık bir dille Hun diline çevirdi.
    Diğer Bulgar Türkleri gibi Göktanrı dinine bağlı olan Tuna Bulgarlarının büyük bir kısmı, 9. yüzyılın ikinci yarısında Boris’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle bu dine girerek Slavların arasında eridiler.Ama Gagauzlar yine de mensup oldukları ırktan kopmadılar.Türk soylu olduklarını hiç unutmadılar.Ne ise…

    Diyorsunuz ki:”sizin islamın cihad anlayışını çözmeniz ve sonra endülüs ve iran gibi uzak fetihler hakında fikir yürütmeniz doğru olur.bir konu hakkında bilgisi olmayanın o konu hakkında fikri olamaz.ilk önce islamiyeti kavramanız ve kişiye ne anlattığını idrak etmeniz gerekir…”
    İslam’ı ve onun Chat anlayışını bilmediğimi kim söylüyor?

    Yine diyorsunuz ki:”…Fetih sömürmek değildir.fetih ulaşmaktır…”
    O halde bir soru:Müslüman olmayanlardan alınan Cizye adlı vergi ne içindir?

  6. gayri-i müslim teba islam devletinde misafir gibi ağırlanır tabir-i caizse.Peygamber efendimiz (asm) zımmi denen bu insanlar için Hadis-i şerifte, (Zımmiye eza edenin hasmı ben olurum) buyuruyor. (Hatib).

    bu cizye vergisi zımmi insanların muaf tutuldukları askerlik hizmeti ve o devlette müslümanlara göre ayrıcalıklı bazı taraflarının bedeli olarak koruma ve çeşitli devlet hizmetleri için alınır.daha doğrusu binlerce hikmetinden bizim bldiğimiz bir tanesi budur.

    islam ordusunun suriye’ye düzenlediği bir seferde ordu suriye halkından cizye toplar.fakat sonra bu mıntıkada duramazlar ve çıkmak zorunda kalırlar ve bakın sonra neler olur…

    ” Cizyeleri geri alın!

    Bunun üzerine Ebû Ubeyde hazretleri, şehirde memurların şöyle bağırışmalarını emretti:

    Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halîfenin emri üzerine, Heraklius ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum.

    Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâle gelip, cizyelerinizi geri alın! İsimleriniz ve verdikleriniz, defterimizde yazılıdır.

    Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar Müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar.

    Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu da seve seve Müslüman oldu.”Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ın Suriye Seferi… bkz: http://www.gulbeste.com/gul/eshabikiram/6.html (buradan daha detaylı bulabilirsiniz.)

    yine buradan cizyenin ne demek olduğuna dair küçük bir alıntı:

    ” Rum Kayseri Heraklius’un büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, Rumlara halîfe Hz. Ömer’in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da buyurdu ki:

    Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz!

    Sizi koruyacağız!

    Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmayacaktır! İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir!

    Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız! Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.

    Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Bu arada Heraklius’un, bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya’ya hücûma hazırlandığı haberi alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi.”

    evet değerli kardeşim,cizye bu demek.
    sorun olursa yazabilirsin.

  7. bu arada gagavuzlar için http://tr.wikipedia.org/wiki/Gagavuz bu adreste tarihçe kısmına bakarsan yazımda ifade ettiğim 11. yüzyıl ibaresine burada da rastalayabilirsin…

  8. Gökçe Uluğsu said

    “…Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu da seve seve Müslüman oldu.”Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ın Suriye Seferi…”

    Çok güzel, pekiyi…

    Bir de Muaviye’nin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad’dan başlayarak 670 ile 740 yılları arasında, Mavera-ün Nehir’de,Semerkant, Buhara, Harezm gibi Türk illerinde olanları, Talkan ve Curcan’da yapılan Türk katliamlarını, genç Türk erkeklerinin ve genç Türk kızlarının pazarlarda (sığır misali) köle ve cariye olarak nasıl satıldıklarını anlatın…Ama bu bilgileri Vikipedia’ da bulamazsınız. Taberi’nin Tarih-i Taberi adlı eserinde bulabilirsiniz:)

  9. ben burada hiçbir kişinin günaharını aklama peşinde değilim daha önce de belirttim.Hz.Muaviye bir sahabedir fakat en nihayetinde bir insandır.Hataları da sevapları da olmuştur.İyilik nuranidir.Aksetmek ve etrafa dağılmak yapısında vardır.Bu sebeple biz bizimle az da olsa alakadar olan bir kimsenin başarıları ve iyilikleriyle iftihar ederiz buna seviniriz.Yalnız hatalar ve kötülükler toprak gibi kesif ve yoğundur dağılıp yayılamaz.Her hukukta suçun şahsiliği esastır…Şahısların işledikleriyle fikriyat ve felsefeler suçlanamaz.O fikriyata bağlı olanlar zan altında bırakılamaz.(Burada yapılan suçun müessir sebebinin o fikriyat ve düşünce olması durumu ayrı bir konudur.)Veyahut bir suçu işleyenin akrabası o suçtan dolayı cezalandırılmaz.Ona kötü gözle bakılmaz.

    Bu bahsettiğiniz hadise hakkında bilgim yok.Olması da gerekmiyor.Çünkü olaylardan bahsediyorsunuz.olayları konuşarak biryere varamazsınız.mesele fikirlerdedir.Mesele fikirlerin kabul edilmesi yada reddedilmesidir.Çünkü eğer konuşmamızda iyiyi ve güzeli arıyorsak bunu olaylardan bahsederek bulamayız.Olaylar kişilere bağlı gelişen hadiselerdir.İnsanlar ise hiç bir fikri yüzde yüz moda mod gerçek hayata geçiremezler.Doğrusunu bilmelerine rağmen değişen çok çeşitli şartlar olayları ve kişiler tarih sahnesinde tarafı olduğu fikriyatın çok uzağına götürebilir.

    şimdi buradan benim verdiğim örneğe atıfta bulunup e siz de olayları örnek gösteriyorsunuz diyeceksiniz belki ama ikimizin örnek göstermesi arasında temel farklar var.

    ben size o olayı göstermiyorum.bizzat o olayı nazarınaza vermiyorum.daha önce anlattığım külli bir hakikatın İslamiyet’in cizye hadisesine bakışının güzel bir uygulamasını gösteriyorum.Bu sayede fikriyata vurgu yapıyorum.İslam fikriyatı hakkında nazarınıza bir hadiseyi getirerek yakınlık uyandırmaya çalışıyorum.

    sizin verdiğiniz örnek ise Ehl-i Sünnet vel cemaat imamlarının en parlağı Hz. Ali r.a. ile aralarında Adalet hususunda içtihadi ihtilaf bulunan Hz.Muaviye’nin zannınızca hatalı olan bir bir hareketi.

    1-)Hz.Muaviye’nin (şayet böyle birşey yaptıysa) yargı makamı biz değiliz.
    2-)Bu hadisede İslam’ın cihad kuralları dışına taşan ve zulüm olan davranışlar varsa bunlar sahibini bağlar İslamiyetle alakası yoktur.
    3-)İslamiyet köleliği teşvik etmez.İslam peygamberi köle azat etmeyi en büyük faziletlerden saymış kendi kölesi Hz. Zeyd(r.a.)’ı azad etmiştir.Bedir muharebesinde ele geçirilen esirleri 10 müslümana okuma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmıştır.Onları zincire dahi vurmamıştır.Hakaret etmemiş ve ettirmemiştir.

    Öyle “pazarlarda sığır misali…” gibi ajitasyona dayalı ifadelerle İslamiyetin sağlam ve sarsılmaz kanunlarını görmezden gelmek böyle söyleyince sanki karşı taraf sütten çıkmış ak kaşık olacak diye birşey yok.Bakınız efendim İslamiyette köle ve cariye nedir?Nasıl olur?İslam’ın fikriyatında bu hadise nasıl yer alır…Bunlar derin meseleler.Öyle bir iki cümleyle halledilemez…

    Cariye Nedir?
    Cariye, kadın köle demektir. Köle de cariye de alınıp satılırdı. Mal gibi idi. Mesela ilk müezzin Bilal-i Habeşi hazretleri de bir köle idi. Köle azat edilince hür insan statüsüne tâbi oluyordu.

    Köle kadınların hukuki durumu hür kadınlardan farklı idi. Hür kadının her yeri kapalı olurdu. Cariyenin ise kol ve başları, dizden altı açık dursa günah olmazdı. Şarkı söylemeleri de caiz idi.

    Durumu iyi bilmeyen veya art niyetli bazı kimseler, bak Müslümanlıkta kadınlara şarkı söyletmek caiz idi diyerek müziğe helal diyorlar. Hür kadınlara değil cariyelere şarkı söylemek caiz idi. Açık saçık giyinmek de onlara serbest idi. Hür kadın ile cariye karıştırılmamalıdır.

    Kölelik sistemini sanki İslamiyet kurmuş gibi, bazıları dinimizi kötülüyorlar. İslamiyet, Yunan ve Roma’da görülen köleliğin kaldırılması için bir çok tedbir bildirmektedir. Hem de kölelere iyi muamele edilmesini emretmektedir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
    (Kölelere iyilik edin.) [Nisa 36]
    (Yanlışlıkla bir adam öldürenin, bir köle azat etmesi gerekir.) [Nisa 92]

    (Yemin kefareti, on fakiri yedirmek, giydirmek veya bir köle azat etmektir.) [Maide 89]

    (Bir mal karşılığı kölelikten kurtulmak isteyenlere yardım edin.) [Nur 33]
    (Savaşta alınan esirlere iyilik edin veya fidye alarak bırakın.) [Muhammed 4]

    Celaleyn tefsirinde, (İyilik edin demek, esirleri karşılıksız olarak serbest bırakın demektir. Fidyeden maksat da, mal ile veya esirleri mübadele etmek suretiyle serbest bırakın demektir) buyuruluyor. Savaşta alınan esirler, fidye ile de serbest bırakılmazsa, canımızı ve malımızı almaya gelen bu düşmanlara, (isterseniz köle olarak kalabilirsiniz) deniyor. Kabul edenler de köle oluyor. Böyle bir düşmanı öldürmeyip, kendi rızası ile köle olarak kullanmak normal değil midir? Şimdi, savaşlar gibi köleliğin şekli de değişti. Ülkeleri işgal edilen, kültürleri erozyona uğratılan, yer üstü ve yer altı kaynakları sömürülen milletler yok mu? Bugün dünyada ekmek parası için kölelik yapanlar az mı?

    İslamiyet, normal insanı köle etmiyor. Vatana, cana, mala ve namusa kasteden düşmanı, esir alınca, o da razı olursa köle kabul ediyordu. Bununla beraber, dinimiz, köleyi azat etmek için çeşitli yollar koymuş ve köle azat etmeyi ibadet olarak bildirmiştir. Mesela Ramazan orucunu veya yeminini bozanın; bunun kefareti olarak, varsa bir köle azat etmesi gerekir. Böyle sebeplerle köle azat edilince, kölelik kendiliğinden kalkmış olur. Dinimizin köleye verdiği hakkı, gayri müslimler kendi halkına tanıyor mu?

    Zenci cariye olan Ümmi Eymen’in oğlu Üsame bin Zeyd, 18 yaşında iken, bir birliğin komutanı idi. Babası Zeyd bin Harise de, köle idi. Rum ordusu ile savaşırken İslam ordusunun komutanı idi.

    Peygamber efendimiz, Zeyd bin Harise’yi azat etti. Ana babası bunu almaya geldiler. Onlarla gitmeye razı olmadı. Ben yine Resulullaha hizmet edeceğim dedi.

    Dinimizde kölenin hakkı çok mühimdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
    (Azat edilen kölenin her uzvu için, azat edenin o uzvu Cehennemden azat olur.) [Buhari]

    (Kölelere yediğinizden yedirin, güç iş vermeyin ve onları hiç üzmeyin.) [Ebu Davud]

    (Kölesine kötü davranan Cennete giremez.) [Tirmizi]
    (Köle günde 70 hata işlese de affedin!) [Ebu Davud]

    (Cennete ilk girecek olanlar; şehitler, efendisine hizmet ve Rabbine ibadet eden köleler ile kalabalık aileye malik olan iffet sahibi fakirlerdir.) [Tirmizi]

    Bir kimse, suçundan dolayı kölesini döver. Kölesi, Allah aşkına beni bırak demesine rağmen dövmeye devam eder. Peygamber efendimiz, bunu duyunca (Allah aşkına beni bırak dediği halde onu niçin bırakmadın?) buyurur. O kişi, Ya Resulallah, suçumun cezası olarak bu köleyi azat ettim der. (Eğer azat etmeseydin, Cehennem ateşi yüzünü yakıp karartırdı) buyurdu. (İbni Mübarek)

    Bütün bu misaller; dinimizdeki köleliğin, eski Mısır, Yunan ve Roma’daki gibi bir esaret olmadığını açıkça göstermektedir.

    Bir batılı ilim adamının basında yer alan itirafı:

    [En önemli Ortadoğu uzmanlarından kabul edilen, Fransa’da Aix-en-Provence Üniversitesi’nde Siyasi ve Kültürel Antropoloji dersi veren, Fransız siyaset bilimcisi Bruno Etienne şöyle diyor:
    �Osmanlı İmparatorluğundaki köleler, bugünün sözde özgür bireylerinden daha çok özgürlüğe sahiptiler.� (Yenişafak, 21.10.2002)]

    İslamiyette Cariye Hukuku

    Allah’a kul ve köle olmanın dışında, her insan hür olarak yaratılmıştır. Hürriyet insanın vazgeçilmez bir hakkı, ayrılmaz bir hususiyetidir. Bununla beraber, insanın, insan olma itibariyle haysiyet ve şerefinden gelen bir hürriyet hakkı, hemen hemen tarihin bütün devirlerinde elinden alınmıştır. Çeşitli harp ve baskınlar neticesinde insanlar hürriyetlerinden mahrum edilmiş, bir mal gibi alınıp satılır hale getirilmiştir. Bilhassa Roma hukuku ve Yunan felsefesi köleliği zarurî bir ihtiyaç haline getirmiş, insanları bir eşya gibi pazara dökmüştür.

    Diğer taraftan her millet, düşmanının kuvvetini azaltmak, nüfusunu eksiltmek ve kendi kuvvetim artırmak için esirlik müessesesini yaşatmayı zaruret halinde görmüştür.

    İslâmiyetten önce Araplar arasında da kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar ve yağmalamalar aralıksız olarak sürüyordu. Düşman taraftan esir olarak alınan kadın, erkek ve çocuklar kölelileştiriliyordu. Cahiliye Araplannın nazarında kölelik hayvanlıktan aşağı telâkki ediliyordu. Bunun için onları insanlık dışı işlerde çalıştırıyorlar, her türlü zulüm ve işkenceyi reva görüyorlardı. Bazan onları aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar, bazan de öldürüyorlardı. Kadınları cariye olarak kullanıyorlardı. Öyle ki âdeta cariyelik teşvik edilen birşey haline gelmişti. Sırf bunun için başka kavimlere baskınlar düzenliyorlar, erkekleri öldürerek kadınlarını esir alıyorlardı.

    İşte İslâmiyet böyle bir zamanda zuhur etti. O devirde insanlığın yarası olan böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o zamanki durum zaten buna müsait de değildi. Esaret müessesesinin kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan İslâm devleti için birtakım güçlükler getirebilirdi. Şöyle ki:

    Her hususta olduğu gibi dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır. Dinimizin cihaddan gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler fethetmek değil, Cenab-ı Hakkın ismini duyurmak, İslama yöneltilen hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. Bu sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmek Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. 1 Fakat bunları serbest bırakmanın İslâm devleti için bir tehlike olacağı da ortadadır. Çünkü bir kaç yıl sonra nüfusları yeniden artacağından Müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. Bu durumda bunların esir alınması artık bir zaruret haline gelmişti.
    Diğer taraftan, karşı taraf, Müslümanları esir etmekten geri durmuyordu. Dengenin temin edilmesi için Müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. Böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. Ayrıca alınan esirlerle Müslüman esirler takas yapılarak Müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. Yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla İslâmiyetin yayılması için maddî destek temin ediliyordu.

    Görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa İslâmiyet icat etmemiştir. Birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir.
    Tarihin her devrinde insanlık dışı işlerde kullanılan zulüm ve işkencenin her türlüsü reva görülen köleler, ancak İslâmiyet sayesinde rahat bir nefes alabilmişlerdir. Dinimiz kölelik müessesesini vahşi ve iptidaî suretten çıkarıp, insanî bir hayata kavuşturmuştur. Köleye birçok hak verilmiş ve bunlar devletin himayesi altına alınmıştır.

    Hadis ve fıkıh kitaplarımızda “Itk” yani “köle azadı” başlığı altında bu hakların izah edildiği bir bölüm mevcuttur.

    Dinimizde, hürriyet nimetinden mahrum kalanlara karşı büyük bir şefkat ve himaye gösterilmiş, hürriyetlerini kaybetmiş insanların tekrar hürriyetlerine kavuşabilmeleri için bazı hükümler getirilmiştir. Meselâ mü’mi-nin bir hata ve kusuru sonunda, günahını affettirebilmek için keffaret ödemesi gerekmektedir. Ramazan orucunu bozan, yanlışlıkla adam öldüren, yeminini bozan kimseler bu hatalarının affı için keffaret öderler. İşte bu keffaretlerin başında köle ve cariye azat etmek ilk sırayı almaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime mevcuttur.

    Savaşı müteakip hürriyetini kaybeden köle ve cariyeler her ne kadar farklı statüye tâbi iseler de yine de birer insandırlar. Bunun için dinimizde köle ve cariyeyi hürriyetine kavuşturmak en büyük hayırlar arasında zikredilmiş, bir ibadet hükmünü taşımıştır. Buna teşvik eden birçok hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:

    “Bir kimse, erkek veya kadın mü’min bir köle azat ederse, Allah o kölenin her âzası karşılığında bir azasını Cehennemden azat eder.”2

    Köle azadını teşvik eden bir diğer esas da “mukâteb”liktir. Bu da, efendisi tarafından bir kıymet takdir olunarak, kölenin bu parayı kazanıp ödemesi yoluyla azat olmasıdır. Cenab-ı Hak mü’minleri buna teşvik etmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

    “Kölelerinizden mukâtebe olmak isteyenleri de, eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete bağlayın ve onlara Allah’ın size verdiği maldan verin, size olan borçlarından düşürün.”3
    Ayrıca böyle bir kölenin hürriyetine kavuşması için Müslümanların verecekleri en sevaplı sadakaların böyle bir köleye verilen sadaka olduğu belirtilmiştir.

    Diğer taraftan dinimiz, köle ile efendisi arasında eşit hayat ve geçim şartını da getirmiştir. Köle olan kişinin ailenin bir ferdi olarak görülmesi, efendi ile kölenin aynı sofrada yemek yemesi tavsiye edilmiştir. Dinimize göre; efendi, kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giy-dirmelidir. Efendi, kölesine eziyette bulunmamalıdır.4

    Köleler hakkında bir diğer husus da; efendinin, kölesinin izzet-i nefsini rencide edecek şekilde çağırmasının uygun olmadığıdır. Efendinin, kölesini, “kölem, cariyem” şeklinde değil; “oğlum, kızım” şeklinde çağırması tavsiye edilmiştir.”5

    Yine köle ve cariyeler umumiyetle eğitim ve öğretimden mahrum kimseler olduklarından onların cahil bırakılmayıp, okutulması ve yetiştirilmesi efendinin vazifeleri arasındadır.

    Görüldüğü gibi, kölesini azat etmeyen kimselerin bu şartlarda köle tutması ve beslemesi ağır bir mes’uliyet getirmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, efendinin, mükellef olduğu vazifeleri yerine getirerek köle tutabilmesinin zorluğunu şu veciz cümle ile ifade eder: “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır.”
    Evet. İslâmiyetin kölelik meselesini ıslâh ettiği, hukuk sisteminde ona geniş bir yer vererek hakkını müdafaa ettiği düşünülünce, bu hususta ne kadar büyük bir inkılâp gerçekleştirdiği görülmüş olur.
    Dünyaya medeniyet dersi veren Batının, asırlardır sömürge ve istilâ belasıyla insanları, bilhassa İslâm âlemini ezip sömürdüğü, hattâ Amerika’nın ve Güney Afrika’nın bugünlerde dahi zencilere ikinci sınıf vatandaş muâmelesi yaptığı gerçeği hatırlanırsa, köleliği hangi milletin devam ettirdiği anlaşılmaz mı? Yarım asırdan fazla olarak Demirperde ülkelerinde Rusya’nın zavallı insanlara reva gördüğü zulüm, canavarlara bile rahmet okutmuştu. İnsanları evlerinden, yurtlarından kovarak Sibirya’nın kamplarında insanlık dışı işkence ve zulümlere boğduğu inkâr edilemez.

    Bu hususları dikkate alarak kölelik müessesesini İslâmiyetin icat etmediği, bu müesseseyi ıslâh ettiği hususunda yanlış bir telâkkiye kapılmaya gerek yoktur. Bu ifadeler ışığında insanlığa gerçek hürriyet ve hidayeti İslâmın getirdiği bir defa daha görülmüş olur.

    Cariye ve statüsü

    Savaş sırasında düşman tarafından esir edilen kız ve kadınlar “cariye” olarak alınır. Hukuk itibariyle ganimet sayıldıklarından İslâm devleti tarafından hizmetçiye ihtiyacı olan gazilere verilirdi. Azat edilmedikleri müddetçe de, ticarî bir eşya gibi alınıp satılırdı. Artık o andan itibaren “cariye” ailenin bir parçası ve bir ferdi olarak kabul edilir, ona göre muamele görürdü. Cariyenin sahibi olan “efendi” onu şahsî hizmetlerinde ve ev işlerinde istihdam edebildiği gibi, isterse, ayrıca bir nikâh kıymaya ihtiyaç duymadan istifade edebilirdi. Bu durum her ne kadar ilk anda garip karşılanacak olsa da, tarihî şartları içinde bu gayet normal ve tabii karşılanırdı. Zâten ayrıca bu hususta Kur’ân’ın verdiği bir ruhsat da mevcuttur. Mü’-minûn Sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde bu ruhsat şöyle ifade edilir:

    “O mü’minler ki, ırzlarını korurlar; ancak hanımlarına ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Bunlarla olan münasebetlerinden dolayı kınanmazlar.”

    Efendinin, cariyesinden cinsî yönden istifade etmesinin, cariyenin hesabına iki mühim hikmet ve faydası vardır. Birincisi ve en mühimi, esir düşen ve sahipsiz kalan bu kadınların bu vesile ile ihmal edilmeleri önlenmiş olur. Çünkü, aksi takdirde, cariyelerin fuhşa düşmeleri, zinaya girmeleri ihtimali kaçınılmaz olduğu gibi, efendisinin evine de bağlı kalmış olur.

    Diğer bir faydası, cariyenin efendisinden bir çocuğu olduğu takdirde “çocuğun annesi” mânâsına “ümmü’l-veled” sayılmaktadır. Cariyeden doğan bu çocuk hür kabul edilir. Çocuğun doğumu ile annesi de, efendisinin ölümünden sonra mirasçılarına geçmeyip hürriyetine kavuşmaktadır. Çocuk olmasaydı, efendisi de azat etmeseydi, diğer mallar gibi cariye de miras olarak kalacaktı.

    Efendinin, cariyesi ile karı-koca olmaları da şart değildir. Efendi, onu sadece bir hizmetçi olarak istihdam edebilmektedir. Ayrıca, cariyenin kocası esirler arasında ise, eşlerin nikâhları devam edeceğinden, efendinin bu cariye ile münasebette bulunması caiz değildir. Hattâ erkek başka birisinin, kadın da bir başkasının yanında köle ise, yine efendi, yanında bulunan bu kadın köleden cinsî yönden faydalanamaz.6
    Bu meselelerle birlikte, Kur’ân-ı Kerim, erkek ve kadın kölelerin birbirleriyle evlendirilmesini de teşvik etmiştir. Nur Sûresinde meâlen şöyle buyurulur:

    “Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zengin eder.”7 Böylece kölelerin kendi aralarında bir nevi eşitlik sağlanmış olur.
    Her vesile ile kölenin hürriyetine kavuşturulmasını tavsiye eden dinimiz, cariyenin de nikahlanarak ev hanımı yapılmasını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bu hususu şöyle ifade ederler:
    “Sizden cariyesi olan biriniz onu en güzel bir şekilde terbiye eder, yetiştirir de sonra azat edip onunla evlenirse, onun için iki sevap vardır.”8

    Bu açıklamalar göz önüne alınırsa, İslâmın köle ve cariyeleri ne kadar himaye ettiği, onların haklarını koruduğu açıkça görülecektir. Cariye sadece “kadınlığından” istifade edilen bir insan olarak da görülmemektedir. O aynı zamanda evin bir ferdi, ailenin bir parçasıdır. Ailenin, hanımından sonra evin en sorumlu kadınıdır.

    Bir insan sahip olduğu cariyesini azat edip hürriyetine kavuşturabildiği gibi, onu bir başkasına hediye olarak da verebilirdi. İşte Mısır hükümdarı Mukavkıs’ın Peygamber Efendimize (a.s.m.) gönderdiği iki cariye de bu kabildendir. Zaten bu iki cariye Mısır’dan gelirken yolda Müslüman olmuşlardı. Bilindiği gibi Peygamberimiz bu cariyelerden Mâriye’yi kendi nikâhı altına almıştı. Daha sonra Hz. Mâriye’den Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim’in doğumundan sonra Peygamberimiz Hz. Mâriye’yi hürriyetine kavuşturdu. Böylece Mâriye, diğer Peygamber hanımlarının gıpta edeceği bir mevkie yükselmişti. Şîrin isimli diğer cariyeyi de Peygamberimiz, şâiri Hassan bin Sabit’e verdi.

    Bu hadiseyi misal getirerek, bugün gayr-ı müslim ülkelerden “cariye” olarak nikâhsız bir şekilde kadın alınamaz. Çünkü artık tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir. Diğer taraftan Peygamberimize hediye edilen “cariye”, Mukavkıs’ın yanında da cariye idi. Yoksa Mukavkıs kendi milletinden bir kadını Peygamberimize “hediye” olarak göndermiş değildi.

    1. Müslim , Cihad: 24; İbni Mâce , Cihad: 30.
    2. Müslim , Itk: 21; Bıı/tnn , Itk: 1.
    3. Nur Sûresi, 33.
    4. Buharı, Itk: 15.
    5. a.g.e. 16.
    6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:402.
    7. Nur Sûresi, 32.
    8. Buharı ,Itk: 15.

    Mü’minûn Sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde bu konuda şöyle denilmektedir:

    “O mü’minler ki, ırzlarını korurlar; ancak hanımlarına ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Bunlarla olan münasebetlerinden dolayı kınanmazlar.” bu ayet-i kerimede de açıkça ifade edilmektedir ki, bekar olan cariyelerle beraber olmak, yasaklanmamıştır.

    şayet cariye olan kadın, bir kişi ile evli ise efendisinin ona yaklaşması caiz görülmemiştir. ama bekar ise, efendisinin istekleri doğrultusunda hareket etmesi gerekirdi. işte kur’an cariyelerin çok şiddetli olan eski hallerinden kurtulmaları için, böyle yumuşatıcı hükümler getirmiştir.

    Nitekim Hicretin 200 senesinden sonra hemen henem cariyelik ve kölelik kalmamıştır. çünkü köleleri azad etme ile alakalı çok teşvik edici hadisler varid olmuştur.

  10. EK OLARAK….

    İSLAMDA KÖLELİK NASIL OLUR?

    Önce bir hususa işaret edelim. Allahu Teala (cc) bütün insanlardan, ruhlar aleminde iken misak almıştır. Bu bir anlamda Allahu Teala (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden manevi bir mukaveledir. (1) Emaneti yüklenmesi sebebiyle insan yeryüzünde Allahu Teala (cc)’nın halifesidir ve eşref-i mahlukattır. Dolayısıyle hürriyetin kaynağı fıtrîdir. Herhangi bir insan; Allahu Teala (cc)’nın indirdiği hükümleri inkar eder, Müslümanlara karşı savaşırken ele geçirilirse “Kölelik Hukuku” gündeme girer. Usul uleması ehliyet arızalarını tasnif ederken köleliği, “Mükteseb (insanın kendi kazandığı) arıza” olarak vasıflandırmıştır. Nitekim İbn-i Abidin: “-Bulunan çocuk (lakit) bütün hükümlerde hürdür. Hatta zina mahsulü olduğunu iddia edene hadd cezası (kazf) tatbik edilir. Çünkü ademoğlunda asıl olan hürriyettir. Zira insanlar Müslümanların en hayırlıları olan Hz. Adem (as) ile Hz.Havva’nın çocuklarıdır. Bazı insanlardaki kölelik hali ise, daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir” (2) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Molla Hüsrev ise “-Kölelik, tevhid akıdesinden yüz çevirmenin ve Müslümanlara karşı savaşmanın cezası olarak, Allahu Teala (cc)’nın koyduğu bir hakirliktir” (3) şeklinde tarif etmiştir. Hürriyetin teminatı; ruhlar alemindeki misak ve tevhid inancıdır. İnsanlar zorbalıkla veya diğer bahanelerle köleleştirilemez. Resul-i Ekrem (sav)’in “Hür bir insanı, kaba kuvvet kullanarak köleleştiren kimsenin namazının asla kabul olmayacağını” beyan buyurduğu sabittir.(4)
    Bir İslam beldesi; (Allahu Teala muhafaza buyursun) kafirlerin istilasına uğrar ise, o beldedeki mü’minler için “Esaret hayatı” sözkonusu olur. Ancak bu esirlere köle veya cariye vasfı verilemez. Bu noktada “-Müstevli kafirlere (İslama karşı savaştıkları için) bu vasıf verilebilir mi?” suali karşımıza çıkabilir. Müstevli kafirler “Harbi” durumundadırlar. Müslümanlar onlara karşı galip geldikleri zaman, işledikleri fiillerin misliyle mukabele etme hakları vardır. Ancak bunun gerçekleşmesi için, Müslümanların onlara hakim olmaları şarttır. Mü’minlerin hakim ve İslam fıkhının uygulandığı beldede (ülke); insanların hukuku, nass ile teminat altındadır.
    İslam’a karşı savaşan ve bu esnada ele geçirilen bir kimse; mü’minlerin emiri tarafından, teserri akdi ile bir Müslümana teslim edilir. Bu kimse erkek ise “Köle”, kadın ise “cariye” olur. Bu hadiseden sonra; o kimse (köle veya cariye) Müslüman olduğu takdirde, Allahu Teala (cc)’nın hukukuna riayeti gerçekleştirmiş olur. Ancak mü’minlere karşı savaştığı ve onların can emniyetini tehlikeye soktuğu için, kul hukuku devam etmektedir. Resul-i Ekrem (sav); Müslüman olan köleye veya cariyeye (hiçbir bedel talep etmeden) hürriyetini iade etmeye teşvik etmiştir. Nitekim bir Hadis-i Şerif’te: “-Herhangi bir Müslüman ki, mü’min olan bir köleyi azad eder!.. Allahu Teala (cc) o azad edilen kölenin her uzvu mukabilinde, azad eden kimsenin bir uzvunu cehennem ateşinden kurtarır” (5) müjdesi verilmiştir. Bilindiği gibi keffaretlerde ilk sırada “köle azad etmek” fiili sözkonusudur.
    Feteva-ı Hindiyye’de: “-Hür erkeklerin; hür kadınlardan veya cariyelerden dördü ile nikah kıyma (evlenebilme) hakları vardır. Hidaye’de de böyledir. Bir köle; hür veya cariyelerden iki kadınla evlenebilir.” (6) hükmü kayıtlıdır. İslam toplumunda Müslüman bir kölenin, evlenme ve boşanma hakkı vardır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Kölelik ve cariyelik üzerinde fazla durulmaması, ehliyet arızası ile ilgilidir. Ayrıca bu hadise Daru’l İslam’da gündeme gelebilir. İçinde bulunduğumuz şartlarda gündeme girmesi imkansızdır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

    (1) Abdülaziz El Buhari- Keşfu’l Esrar- İst: 1308 C: 4 Sh:238, Ayrıca Molla Hüsrev- Mir’at el Usul fi şerhi’l Mirkat el Vüsul- İst: 1307 C: 1 Sh: 591.
    (2) İbn-i Abidin-Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst: 1983 C: 9 Sh:111.
    (3) Molla Hüsrev- Düreri’l Hükkam- İst: 1307 C:2 Sh: 6.
    (4) Sünen-i İbn-i Mace- İst: 1401 C: 1 Sh: 311 Had. N0: 970.
    (5) İbn-i Hümam- Fethu’l Kadir- Beyrut: 1316 C: 3 Sh: 346.
    (6) Şeyh Nizamüddin ve Heyet-Feteva-ı Hindiye- Beyrut: 1400 C: 1 Sh: 277

  11. Gökçe Uluğsu said

    sorularla islamiyet.com sitesi/yayın tarihi 05.07.2006/ İmza editör :Mehmed Paksu
    konu:İslam’da cariyelerin konumu nedir?

    Kaynakça:
    1. Müslim , Cihad: 24; İbni Mâce , Cihad: 30.
    2. Müslim , Itk: 21; Bıı/tnn , Itk: 1.
    3. Nur Sûresi, 33.
    4. Buharı, Itk: 15.
    5. a.g.e. 16.
    6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:402.
    7. Nur Sûresi, 32.
    8. Buharı ,Itk: 15.

    http://www.msxlabs.org/forum/yayın tarihi 09.05.2007/imza:noranynn
    konu:Cariye nedir?İslamiyette cariye hukuku.

    kaynakça:
    1. Müslim , Cihad: 24; İbni Mâce , Cihad: 30.
    2. Müslim , Itk: 21; Bıı/tnn , Itk: 1.
    3. Nur Sûresi, 33.
    4. Buharı, Itk: 15.
    5. a.g.e. 16.
    6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:402.
    7. Nur Sûresi, 32.
    8. Buharı ,Itk: 15.

    YORUMSUZ!..

  12. bir altın köpeğin ağzında olsa paslı demir mi olur?

    elmas çamura düşmekle cam mı olur?

    hakikat nerede olursa olsun hakikattır?

    neden fikirlerle değilde şahıslarla yada başka gereksiz şeylerle uğraşıyorsunuz anlamadım?

    fikriyata itirazınız varsa buyrun…

  13. Necmettin Çalışkan said

    Birkaç gündür Gökçe kızımız ile barbarosseferde arasındaki polemiği izliyorum.Müsaadenizle edindiğim düşünceleri dile getireceğim.
    Gökçe kızımız aklın ve onun süzgecinden geçirilmiş bilginin düşkünüdür.Doğma ve nass, sorgulanamaz doğmatik bilgi, iman ,subjektif temelli her çeşit bilgiyi “yok” hükmünde sayıyor.Değerlendirmem odur ki kendisi Atatürk cumhuriyetinin fikri,vicdanı,irfanı hür bir bireyidir.
    barbarosseferde ayamalı kardeşimiz ise tam tersine imanlı, sorgusuz sualsiz biat eden, kuşkudan ari bir Müslümandır.
    Başka bir gözlemim de bu kanaatimi teyid etmektedir, şöyle ki:Gökçe kızımız araştıran, inceleyen, daha da önemlisi sorgulayan, kuşkucu pozitf ilim düsturlu,itiraf ederim ki benim de özlemini çektiğim ideal cumhuriyet neslinin temsilcisidir.
    Son iletisinden çıkarılması gereken ders ise muhatabı tarafından anlaşılamamıştır.O diyor ki;Bana kendi dağarcınızda ne varsa onunla karşılık veriniz!..Sanal ortamdaki kaynağı, menşei belirsiz yazılarla değil kendi birikimlerinizle yanıt veriniz.Bu yaklaşım tam da bilgili ve dürüst bir insan yaklaşımıdır. Barbarosseferde kardeşimizin sanalağdan yararlanmasına karşı değilim.Ancak kaynağını vermeden yaptığı alıntıları “kendisine maletmiş” olmak gibi bir müslümana yakışmayacak davranışını da tasvip edilemez olarak gördüğümü belirtmek isterim.Bu fikir teatisini izlemeye devam edeceğim.Her yolun bir sonu vardır.Merakla sonucu bekleyeceğim.

    Bir de küçük yazım hatası eleştirisi:
    “neden fikirlerle değilde şahıslarla yada başka gereksiz şeylerle uğraşıyorsunuz anlamadım?”
    Doğru metin şöyle olmalı idi: Neden fikirlerle değil de şahıslarla, ya da başka gereksiz şeylerle uğraşıyorsunuz, anlayamadım?”
    Sağlıcakla kalınız…

  14. ben bütün düzeltmeleri ve hatalarımın tashihini baş göz üzerine kabul ediyorum.yalnız özür dileyerek ifade ediyorum ki uzun yorumlar yazmak zorunda kaldığım için bazen imlaya dikkat edemiyorum.daha fazla şeyi daha kısa zamanda yazmak için bazen kırıp döküyoruz.hoşgörün…

    öncelikle ben bu yazışmanın bir polemikten ve fikirlerle kavga etmekten çok lisanı sevgi olan bir fikir alışverişi olmasını isterdim.çünkü inanıyorum ki herkes düşünceleriyle insan şeref ve haysiyetine yakışır bir şekilde huzur içerisinde yaşayabilmelidir.bu bağlamda fikirlerimle gökçeyi ya da bir başka insanı “madara” etme amacını gütmüyorum.samimi olarak inandığım doğruların anlaşılması için gayret sarfediyorum.bunu yaparak da insanlarıma hizmet ettiğimi düşünyorum.

    necmettin bey,yorumunuz için teşekkür ediyorum.ilginizi bir iltifat olarak telakki ediyorum yalnız bazı noktalar üzerinde durmam gerekiyor.

    öncelikle gökçenin son yorumunda böyle bir mana ifade ettiğini çıkarmadım yorumundan gerçekten de…eğer hadise sizin dediğiniz gibiyse burada bana düşen bir vebal olduğunu zannetmiyorum.sebebi şudur:bu doğruların araştırıldığı bir fikir alışverişi olduğuna göre ben de doğru bildiğim kaynaklara müracaat ederek hakikatı ortaya koymaya çalışacağım.bu gayet doğaldır.ayrıca orada geçen kaynaklar zaten islamın ortak kaynaklarıdır…ne benimdir ne de o forum sitesinde yorumu ekleyen kişinindir.

    bunları benim söylemem veya o forum sitesinde falan kişinin söylemesi mesele değildir.mesele söylenen şeylerdir.fikirdir…

    burada başından beri yazdığım yorumlarla bir hakikatin anlaşılmasına hizmet ettiğimi düşündüğümden kaynakları fazla önemsemeden özü verdim.bazı yerlerde ise vermeyi uygun gördüm.gökçenin son yorumuna konu olan yorumların kaynağını vermememin bir sebebi de onları içinden aldığım sitenin genel görünüşü diğer içeriğinin bana göre malayani ve boş olmasıdır.bakanları bir önyargıya daha sevketmesini istemedim.

    bu arada o yazıların menşei belirlidir.hepsi islami hakikatlere dayanan açıklamalardır.islam kaynaklarında geçtikleri yerler de altlarında verilmiştir.Cizye ile ilgili aktardığım mesele ise benim daha önce bizzat okuduğum dört halife devri Yeni Asya Araştırma merkezinden çıkmış bir eserin muhtevasındandır.Ben bu kaynağı o an kitaptan bulup koyamadığım için google da hızlı bir aramayla o sitede yakaladığım fıkrayı direk aldım…

    gökçe ve benim hakkımda ortaya koyduğunuz ifadelerin gökçeyle ilgili kısmına cevap vermek benim haddim değil.yalnız gökçe ve beni tanımlayışınızdan boks ringinin mavi ve kırmızı köşelerinde bulunan iki boksörü taktim eden bir sunucu edası sezdiğim için uyarıyorum, benim bu hadiseye bakışım sizinkinden çok farklı.ve şu var ki fikri hür,vicdanı hür,aklı hür olmak kuvvetli mü’minlerin özelliklerindendir.

    DOGMA MESELESİ

    dogma sorgulamadan körü körüne inanmaksa “bilim” denen ideoloji en büyük dogmadır.bilim seküler statiko tarafından araç olmaktan çıkmış tapılan bir araç haline gelmiştir.halbuki bilim İslamiyete göre Allah’ı tanımak için elde edilmesi gereken bir araçtır.

    adını dünya üniversitelerinin “bilim” koyduğu fikriyat ve yazınlar aslında herbiri birer inanışa ve sebepsiz sorgusuz tercihe dayanır.

    bakın “4.kuvvet medya” sitesinde yayınladığı yazısında Namık Doruklu nelerden bahsediyor…

    “…Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil şöyle der: “Esasen dikkat edilirse, ilim de neticelerinde, din gibi, bir inanç sistemidir. Şu farkla ki, ilmî inanç tecrübe, müşahede ve muhakemeden neş’et ettiği halde, dinî inanç sezilerden, hislerimizin akışından ve içimizin yalvarışından teşekkil etmekte; ilim, zekadan; din ve iman, his ve iradeden doğmaktadır.” (4) ”

    “…Oysa, bilimsel kanaatler de, gerçekte kesin doğruluklarından söz edilemeyecek ‘inanç’lardan ibarettir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “bugünkü bilim anlayışımız artık bilimsel kuramların ‘mutlak’ bir geçerliliği olmadığını, zamanla bunların değiştiğini” kabul etmektedir. (5) Alain Chalmers, bu konuda oldukça kesin konuşur: “Bilimsel teorilerin isbatlanmış doğru veya muhtemelen doğru olmalarını mümkün kılacak doğru hiçbir yöntem yoktur…. Bilimsel teorilerin kesinkes doğrulanmış veya yanlışlanmış olamayacakları tezini destekleyecek argümanların bazıları, büyük ölçüde felsefi ve mantıki düşüncelere dayanır. Diğer argümanlar bilim tarihinin ve modern bilim teorilerinin detaylı bir analizine dayanmaktadır.” (6)”

    ve ekliyor çok ilginç…

    “…Pozitif bilimlerin paradigması tanımı gereği ‘bilimsel’ olsa da, Thomas Kuhn’un (aynı zamanda Başgil’in) işaret ettiği gibi, “belirli varsayım ve inançları” içerir. Kuhn’a göre, paradigması hakim konuma gelen galip ekol, “kendine özgü inançları ve önyargıları nedeniyle”, bilgi birikiminin “belli kısımlarına ağırlık vermek” durumundadır. (10) Adına bilim denilen inanç sistemine ‘inançla bağlananlar’ın paradigması hakim konumuna geldiğinde, sadece kendilerine özgü inançları ve önyargıları nedeniyle bilgi birikiminin belli kısımlarına ağırlık vermiş olsalar, bu çok önemli bir sorun olarak kabul edilmeyebilir belki. Fakat onlar, paradigmalarına inanmayanları cezalandırılmaları gereken ‘suçlu’lar olarak da görebilmektedirler. Oysa, bilimsel paradigmalara sahip olanların bilim dışı paradigmaları benimseyenleri cezalandırabileceklerini düşünmek bilimin zorunlu sonucu değildir, bu tamamen ideolojik bir tavırdır: Duverger’nin ifadesiyle, “Her toplum iyilikle kötülüğün, adaletle haksızlığın tarifleri, yani değer sistemleri üzerine kuruludur. Bu tarifler de inançların ta kendisidirler; çünkü iyilikle kötülük, adaletle haksızlık tecrübeyle değil, inançla ve bunları isteyerek benimseyişle ilgilidir. Demek ki bizzat nitelikleri dolayısiyle ideolojiktirler. Aslında bütün ideolojiler, hatta objektif olduklarını ileri sürenler dahi, şu veya bu şekilde değer sistemleridirler.” (11) Düşünce, fikir ve inanç özgürlüğü, insanların paradigmalarını seçme özgürlüğünden ibarettir. Farklı bakan, farklı görecektir.”

    5. Şerif Mardin, İdeoloji, , 3. b., İstanbul 1995, s. 17.
    6. Alain Chalmers, Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, Ankara 1990, s. 27. 7. Mark Philip, “Michel Foucault”, Çağdaş Temel Kuramlar, ed. Quentin Skinner, çev. Ahmet Demirhan, 2. b., Ankara 1997, s. 91; Michel Foucault, “Power, Sovereignty and Discipline”,
    States and Societies, ed. David Hald ve diğerleri, Oxford: Basil Blackwell, 1988, s. 306.
    8. J. A. C. Brown, Beyin Yıkama, çev. Behzat Tanç, 6. b., İstanbul 1994, s. 33.
    9. B. Bernstein, Class, Codes and Control, Vol. 1, London, 1971’den aktaran Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, 2. b., İstanbul 1994, s. 89.
    10. Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, 3. b., İstanbul 1991, s. 50.
    11. Maurice Duverger, Politikaya Giriş, çev. Samih Tiryakioğlu, 3. b., İstanbul 1978, s. 90.

    bu bağlamda inanç olmadan adım atmak imkansızdır.

    ben bütün hissiyatımla, dini ve imanı ve islamın cevherlerini adı “dogma” olan çamurla sıvamaya çalışan zihniyeti kınıyorum.inanan insanları akılsız ve körükörüne saplanan kişiler olarak gören ve göstermeye çalışan anlayışı protesto ediyorum.sizin de necmettin bey bu insanlardan olduğunuza inanmıyorum…

    DİN VE BİLİM HADİSESİ DAHA ÇOK SU GÖTÜRECEK…

  15. BİLİM ALLAH’I TANIYOR

    BURADAN BUYRUN

    Bilim Allah’ı Tanıyor

  16. EFE said

    Her fikirden her düşünceden insan olacaktır elbet. Allah yolunuzu açık etsin..

  17. Katılıyorum Efe Sana.. allah yolumuzu acık etsin..

  18. modaci said

    Saol kardeş Allah yolunuzu açık etsin..

  19. merve said

    yha peygamberimizin insanlık için önemi nedir? çok lazzımm

barbarosseferde için bir cevap yazın Cevabı iptal et